12 Şubat 2007 Pazartesi

ÜÇ...

Lanet olsun!Zaten sinirleri yeterince bozuktu, değil mi? Bir de o tam adam alımını durdurmuşken sırf ona inat ön büroya yeni bir eleman alması gerekmiyordu sevgili(!) müdürünün. Annesi haftalardır uyuyor, uyumadığı yegane zamanlarda da mütemadiyen ağlıyordu. Yuttuğu haplara, bahçeye girip çiçeklerin üzerine oturan kediye, biten tüpe... Her şeye ağlıyordu. - Daha gözleri bile bozulmamıştı kocasının,genç bir adamdı o. Koşabiliyordu bile... Bu şekilde ölmesi, tanrım ne kadar acıydı. Daha küçük oğlunun evlendiğini bile göremeden gitmişti bu dünyadan. - Ağlamadığı bazı zamanlar da oluyordu elbette. Ama o zamanlarda da onu arayıp babasının öldüğünü hatırlatacak çok güzel(!) cümleler kurmayı ihmal etmiyordu. Bu kadar problem yetmezmiş gibi bir de otelde kendi yetki alanındaki bir konuda, bir karar veriyordu ve buna ne genel müdür ne de patron saygı göstermiyordu. Olacak iş değil diye düşündü bıyıklarıyla oynarken geniş pencereli ofisinde. Masasında yerlerinde olmaları konusunda takıntılı olduğu birkaç şeyİ gergin bir halde düzeltti ve şu yeni elemanı göndermeleri için telefonu kullandı.
Beklemiyordu evet. Beklediği şey dönemin modası bol paçalı pantolonlardan giyen ,sıska bir herif olabilirdi. Ya da uyuz,terli,şişman başka bir herif de olabilirdi. Pembe suratıyla ona bakıp "beni patron gönderdi" dese, o şişman adama şu kadına baktığından daha sevimli bakardı muhtemelen. Karşısında inanılacak gibi değildi ama bir kadın duruyordu yeni eleman diye. Aslında aklına gelmemesi saçmaydı,bu meslekte pek çok bayanla çalışıyordu sonuçta. Bu yadırganacak bir durum değildi. Otele girdiği andan ofisine gidene kadar en azından üç dört kadınla karşılaşırdı ve bu günlük , olağan bir durumdu.
Koltuğunda geri yaslanıp rahat bir hal almaya çalıştı ama görüntüyü kurtaramadığını kızın gözlerinde görebiliyordu. Siz burda bekleyin diyerek odayı terk etti. Suratının beş karış olduğunu hissettiren suratındaki garip kasılmayla ofise geri döndüğünde, suratında ne olduğunu anlamaya çalışan ifadesiyle hala ayakta duruyordu kız. Üzerindeki belinden kemerli,çizgili, kısa kollu elbisesiyle hem bu kadar kadınsı hem de bu kadar ciddi nasıl durabiliyordu acaba? Üstelik de dizlerinde biten kumaş, incecik bileklerini iyice ortaya çıkarıyordu. Neyse, şimdi önemli olan bu değildi. Yukarıda patronla gerçek bir tartışma yaşamıştı ve bu kadın ona rağmen işe alınıyordu. Yapacak bir şey yoktu. Muhtemelen patronun casusluğunu yapacaktı, onun tavsiyesi ile girdiğine göre işe...
Kız gerekli talimatları almış,işe başlamış, her şeyi gayet iyi kotarıyordu. Hatta kimsenin alışamadığı yeni gelen kasa makinasıyla bile gayet iyi anlaşıyordu. Ön büroda hiçbir aksaklı olmuyorsa, bunda onun payı büyüktü. Otelde çalışmasının ilk ayı dolarken, peşindeki adamlar da ön büro müdürü tarafından geri çekilmişti. Tüm ay boyunca tuvalete giderken,yemek yerken, iş yaparken hep peşindelerdi. Casus olduğunu kanıtlamayı bırak, öyle bir izlenimi bile kanıtlayacak tek bir davranış ya da işaret bile görememişlerdi. Sonunda onlar da diğer herkes gibi ona güvendiler. Tabi sevgili müdürü Ahmet Bey de...
Yavaş yavaş da olsa en azından iş hayatı düzene girmişti ve annesi de hem daha nadir arıyor hem de daha daha nadir ağlıyordu müdür beyimizin. Kardeşine birisini de bulmuştu annesi. Görücü usülüyle evlenmek fikrini zaten sadece kardeşine kabul ettirebilirdi. Birkaç hafta sonra artık kardeşi evli bir adamdı. Kendi şirketini açması da uzun sürmedi. Annelerine de parayı o gönderiyordu aralarında sessizce kendiliğinden gelişen anlaşmayla. Gerçi babalarından kalan güzel bir emeklilik maaşı olmuştu ama yine de gönderiyordu işte. İyi evlattı o çünkü bu hikayede...
Bütün bunlar olurken o da gayet verimli bir şekilde çalışıyor,çıkışlarında da iş arkadaşlarıyla beraber geziyor,içiyordu. Ona da o sırada aşık olmuştu zaten. Kalabalık bir yerdeyken ufak ayrıntıları aynı anda görüp göz göze gelebileceğin bir kızdı o. Kimsenin anlamadığı esprilerine gülebilen bir erkeğin.. Sahiplenmek istesen gelip kolunun altına sığınabilecek ama buna ihtiyacının olmadığını garip bir şekilde üstünde görebildiğin bir kız... Kumral, ancak omuzlarına düşen saçları vardı. Vücuduna dair hiçbir şey abartılı değildi, iddialı değildi, ama her şey orantılı, olağan ve kadınsıydı. Samimiydi kıvrımları... Üstelik boynundaki küçük kırmızı ben de ,ona dair renkli tek şey değildi. Gülüşü, oturup kalkışı, garsona teşekkür edişi... Onunla ilgili her şey, her yer renkliydi...
Evlendiler. Kız ,hem ona aşkından bahsettiğinde hem de evlenme teklif ettiğinde ayrı ayrı çok şaşırmıştı. Uzun süre ona Ahmet Bey demeye de devam etmişti zaten. Ama evlenmeleri o kadar da kolay olmamıştı. Kızın ailesi boşanmış ve çocuklu bir adama vermek istememişlerdi kızlarını. Kaçmışlardı sonunda. Kendi gelecekleri için kaçmışlardı görünürde ama kendilerinden kaçmıştı ikisi de aslında. Sokağın her köşesnde anıların bulunduğu, boğazına kadar geçmişe gömülmüş bir şehirde kimse yeni şeylere başlayamazdı , evet. Ama çoğu insanın aksine kalıp savaşmayı değil, kaçak savaşmayı tercih etmişlerdi onlar.
İstanbul'a yerleştiler. İçinden deniz geçen dünyanın tek şehrine... Böyle bakınca yeni evli bir çift için ne kadar romantik gözüküyor değil mi? Haritada göreceğiniz her kıvrımında konuklarına başka bir manzara şansı veren, her tepesinde ayrı bir duyguyu bağıra haykıra anlatabileceğiniz bir şehir o. Sadece uzaktan bakınca ama... Biraz gözlerinizi kısıp da yakına odaklandığınızda tıpkı sizin alnınızda ve gözlerinizin etrafında oluşan çizgiler gibi onun da kusurları ortaya çıkıveriyor. İçine sıkışılan, seviyorum deyip de dışına adım atılmayan bir yer olduğu.. Kendine dair çok eskiden gelen problemleri olduğu ve bunların çözümünün sizde olmadığı.. Ona dair neredeyse her şeyin çarpık oluştuğu ve her yeni şeyin buna bağlı olarak çarpık geliştiği çıkıyor ortaya.. Ama işte yine de sınırlarının dışına çıkamıyor insan ya, onlar da girdiklerinde bir kere sıkışıp kaldılar iyice o sıkışıklığın içine... Önce ailelerini duyamamaya başladılar, sonra birbirlerini ve en son da kendilerini... Şehrin kaosu olmuştu onların kaosu belki. Belki de suçu şehre atmak yanlıştı zaten... Onlar hiç duymamışlardı birbirlerini. Hep görmek istedikleri gibi görmüşlerdi belki ilişkilerini. Yalnız kalıncaya dek de açılmamıştı gözleri...
Sevgili müdürünün de ,tıpkı İstanbul gibi olduğunu anlaması o yüzden gecikmişti belki bu kadar. Gerçi belki de sırf kadın olmakla alakalıdır diyordu içinden bir ses. Her şeyi, hayata dair her sorumluluğu bırakıp, tüm bedeninle sevmek istediğin zaman hiçbir şeyi görmemekle alakalıydı belki de. Kadınlar böyle değil miydi zaten genelde? Kaçımız gerçekten o masallarda yaşattığımız beyaz atlı prensle olan aşkımızı bulsak kariyer yapmaya çalışırdık ki? Tüm bedeninle,her zerrenle sevmek ; bütün işini gücünü bırakıp sırf sevmek isterken her santimin , nasıl gidip hayatla savaşırdın ki zaten? İster şehir yüzünden, isterse içindeki iflah olmaz kadının hayalleri gerçek sanmasından olsun, çok geç fark etmişti bir şeyleri. Tıpkı kocasının gerçeğini çok geç fark ettiği gibi... Tıpkı o hapları gerçekten yuttuğunu çok geç fark ettiği zaman, hayatının değerini de geç fark ettiği gibi... Neyse ki hayatta bazı kişiler bir şeyleri zamnında fark ediyordu... Tıpkı sizin eve girerken görünmeyeyim diye kaçtığınız, ama aslında iyi niyetli, güler yüzlü bitişikteki komşunuz gibi...
120207szn

4 yorum:

Can Aydın dedi ki...

Kötü adam: İstanbul..:)

Ellerine sağlık Szn..

rhea dedi ki...

Eline Sağlık Sznim.
Yazılarını takibe devam hem de merakla:)
Eğer bu hikayeyi tanıyorsam umarım sonu mutlu biter:)))

Can Aydın dedi ki...

Ben şuana kadar mutlu sona dağir pek bişeye rastlamadım:)

rhea dedi ki...

Her şeye rağmen neden olmasın:))
Bu hikaye de mutlu sonla bitebilir.Benimki sadece bir dilek:)